Pablo Neruda



3 yorum




Neruda: Benim siirimle kizi bastan cikarmissin.
Postaci: Senin siirinle kizi bastan cikardigim dogru. Ama o siir sana ait degil.
Neruda: Benim yazdigim siirin bana ait olmadigini mi söylüyorsun?
Postaci: Evet. Siir, yazana degil ihtiyaci olana aittir.
Neruda: Bu demokratik fikrini takdir ettim dogrusu.
II postino- 1994

gerdfield



2 yorum

Fess:))



0 yorum

No Comment



0 yorum

Sen yanmazsan, Ben yanmazsam ne işe yararki cehennem?



0 yorum

duası kabul olmuş



0 yorum

YAŞASIN TAVUKLARIN KARDEŞLİĞİ...



0 yorum

olsa dükkan senin ...



0 yorum

The Pianist



0 yorum


"- Lütfen ateş etmeyin ben Polonyalıyım.
+ Neden o zaman o lanet olası Alman paltosunu giyiyorsun ?
- Üşüyorum."

Bertolt Brech



0 yorum


iyice görüyorum artık düzeni.
orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda,
aşağıda da bir çok kişi.
ve bağırıyor yukardakiler aşağıya:
"çıkın buraya gelin ki,
hepimiz olalım yukarıda."
ama iyice gözlediğinde görüyorsun,
neyin saklı olduğunu
yukardakilerle, aşağıdakiler arasında.
bir yol gibi gözüküyor ilk bakışta.
yol değil ama.
bir tahta bu.
ve şimdi görüyorsun açıkça;
bu bir tahterevalli tahtası.
bütün düzen bir tahterevalli aslında.
iki ucu birbirine bağımlı.
yukardakiler durabiliyorlar orada,
sırf ötekiler durduğundan aşağıda

ve ancak;
aşağıdakiler, aşağıda oturduğu sürece
kalabilirler orada.
yukarıda olamazlar çünkü,
ötekiler yerlerini bırakıp çıksalar yukarı.
bu yüzden isterler ki;
aşağıdakiler sonsuza dek
hep orada kalsınlar.
çıkmasınlar yukarı.
bir de, aşağıda daha çok insan olmalı yukardakilerden.
yoksa durmaz tahterevalli.
tahterevalli.
evet, bütün düzen bir tahterevalli.

HRANT DİNK-Müthiş sözler



0 yorum

Hrant Dink suikastının Perde arkasında...



0 yorum

Sırrı Süreyya Önder anlatıyor - Bektaşi'den Yunus'a Aşk



0 yorum

MİLLİYETÇİLİK, RENK KÖRLÜĞÜDÜR..



1 yorum
Son günlerde, amansız bir hastalığa yakalandım. Farklı dillerden müzik dinleme hastalığına(!)... Yolu Anadolu'ya düşmüş, bu topraklara ait dillerden şarkılar dinliyorum. Her biri coşkun bir ırmak, her biri bambaşka bir tat, gelip dokunuyor yüreğime... Müziğin evrensel dili bu... Çingene müziğinin ritmi nasıl kanımızı alevlendirirse, Ermenice ezgiler o kadar tanıdık bir hüzündür. Rum müziği dansa kaldırır bizi. Mistik bir tatla, evrenin bütün seslerini barındırır sanki Arapça ezgiler. Dünyanın en dokunaklı ağıtları Kürtçe söylenmiştir belki de. Bazen horona davet etse de, ağıtın rengi değişmez Lazcada. Semahlar, Kerbela'dan bu yana aynı acıyı haykırır, her daim sevgiye döner. Türk kökenlidir türkü; sevdayı, ayrılığı, halayı harmanlamıştır. Anadolu dillerinde söylenmiş bütün ninniler, anaların yüreğinden aynı acıyı haykırır, aynı sevgiyi bölüştürür bin yıllardır... 


Dünyanın bütün şarkıları aynı ırmakta yıkanır, aynı acıdan su içerler. Bu yüzden halklar da, türküler de kardeştir. Neden o zaman bu savaş, bu yıkım, dinmeyen gözyaşlarımız? Yetmiş iki milletin boy verdiği bu topraklarda, ne oldu da milliyetçilik yükselen değer haline geldi birdenbire?



Milliyetçilik, en iyi niyetli tanımla 'kendi milletini sevmek' olarak tanımlanır. Ama yaşanan olgu, bu kadar saf ve masum olmamaktadır. Bu 'millet sevgisi' giderek dünyaya kapanmaya, farklı kültürlere düşmanlığa dönüşmektedir. Milliyetçiliği, 'ezen' ve 'ezilen' olarak kategorize etmek, biraz bu kavramın günahlarını örtmeye yönelik beyhude bir çabadır kanımca. Başlangıçta birazcık masum gibi görünse de, tarihsel süreç içersinde ezilen milliyetçiliğin, kolayca 'ezen'e evrilebildiğini biliyoruz. Milliyetçiliğin yolu şovenizme, militarizme, ırkçılığa ve faşizme çıkar nihayetinde.


Küstah ve yavan, üstelik paranoyak...


Milliyetçilik renk körlüğü gibidir. Kalıtsal bir göz hastalığı olan renk körlülüğü, farklı renkleri ayırt edememekle ortaya çıkar. Genellikle tedavisi mümkün değildir. Üstelik oldukça ilerlemiş zihinsel bir renk körlüğüdür milliyetçilik. Bırakın kırmızıyı yeşili seçememeyi, siyah-beyaz görmektedir hayatı. Dünyayı, sadece görebildiği renklerden ibaret sanmaktadır. 'Yer kırmızı, gök beyaz'dır.


Milliyetçilik zavallılıktır aslında. Kalabalık bir narsist tutkuyla, her gün aynaya bakıp kendi suretine âşık olan sahte prenses gibidir. Kendi dışındaki renkleri göremez, güzellikleri fark edemez. Tek bir rengin esiri olmuştur. Uçsuz bucaksız bir bahçede, tek bir çiçeğe takılıp kalmıştır. Tek bir tada, tek bir renge, tek bir sese mahkûm etmiştir kendisini. 


Kaba ve zorbadır. Kendisinden farklı olana kapıyı göstermekte tereddüt etmez. 'Ev sahibi'dir, huysuz 'kiracı'yı evden atacaktır elbette. İtaat ve biat etmeye zorlar kanından olmayanı. Sevgisi bile içtenlikten yoksundur. Refleksleri komutla olur ancak, tahriklere amadedir. Kan tutmuştur yüreğini, kıyımsız yapamaz. 'Teferruattır' nede olsa yaşamlar, ha bir eksik, ha bir fazla... İpini boynunda, cellâdını koynunda taşır oysa. Karşıtını yaratır sonuçta, kendi ipini çeker.


Kendisine 'tekil', başkasına 'çoğul' 



Anadolu, yetmiş iki milleti bir arada barındıran hoşgörü ülkesi olarak tarif edilir ki, güzel bir tariftir bu. Sonradan yetmiş iki buçuk demeye başladı kimileri. Çingenelere kıyak geçilmiş, 'yarım millet' olarak kabul edilmiştir. Bu milliyetçi lütuf, özünde büyük bir trajediyi barındırır aslında. Başka toplumları inkâr etme ya da yarım sayma küstahlığını da. Kürtler, o kadar bile şanslı değildi oysa 'çalıntı' ve 'derleme' bir dil konuşan 'Dağ Türkleri' idi onlar.


Başbakan R. Tayyip Erdoğan, Almanya ziyareti sırasında Köln'de Türklere hitaben yaptığı konuşmada, 'Entegrasyona 'evet' ama asimilasyona 'hayır'' diyerek asimilasyonu, insanlık suçu olarak tarif etmişti. Üniformasından ayrılmadan emekli olan eski Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt ise, katıldığı 'Ortadoğu' konulu uluslararası sempozyumda, Irak'la ilgili olarak 'Etnik ve mezhep esasına dayanan çoğulcu ve demokratik Irak'ı istiyoruz; ama kısa ve orta vadede bunu göremiyoruz.' diyerek hayıflanmıştı. (Milliyet, 05.06.2008) 


Gerek Erdoğan'ın gerekse de Büyükanıt'ın, çoğulculuğu savunan bu sözlerine katılmamak mümkün değil. Ancak ülkemizde farklı kimliklerin inkâr edilmesi değil midir, bugün aynı yoksulluğu bölüşen Türk ve Kürt çocuklarının dağlarda birbirlerini kırmasına sebep? 'Şehitler ölmez' ile 'Şehit namırın', aynı acının ifadesi değil midir? Neden başkalarına cömertçe verdiğiniz aklı, bir kez olsun kendiniz için kullanmazsınız? Çoğulcu ve katılımcı demokrasi, farklı kimliklerin eşit temsiliyeti toplumsal barışımız için bu kadar önemli iken, neden hala 'inkâr'da ısrar edilir, anlamak mümkün değil!


Kendi ülkesinde Kürtlere yönelik 'Çocuk da olsa, kadın da olsa gereği yapılacaktır' diye ferman çıkartan bir başbakanın, Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres'e 'Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum' diyerek efelenmesinin, milliyetçi körlükten ve ikiyüzlülükten başka ne izahı olabilir ki! Boynunda İsrail'in 'Cesaret madalyası'nı gururla taşıyıp, Konya'dan uçaklarını kaldırırken, askeri ve stratejik ortakken üstelik. Tankların ortaklığı, çocukları yaşatır mı hiç?



Renk körlüğünün tedavisi
Ülkemizde tek dil, tek din, tek mezhep, tek ulus dayatması; 6-7 Eylül olaylarını, Dersim/Maraş/Çorum/Sivas/Gazi katliamlarını yaratmadı mı? Ülkemizin doğusunu yangın yerine çevirmedi mi? Ürkek güvercinler bile, gün ortasında vurulmadı mı kentin kalabalık meydanlarında? 'Müslüman mahallesinde salyangoz satanlar', Madımak'ta diri diri yakılıp Zirve Yayınevi'nde koyun gibi boğazlanmadı mı? Bugün ülkemizi mesken tutan çeteler, Susurluk/Şemdinli/Ergenekon gibi derin örgütlenmeler, hep bu renk körlüğünün eserleri değil midir?


Türkiye'de yükseltilmeye çalışılan, dayatılan/parlatılan bir milliyetçiliktir. Yoksulluğa ve açlığa mahkûm edilmiş, zulme uğratılmış halklarımıza 'ekmek arası milliyetçilik' dağıtılmaya çalışılmaktadır. Bugün feodal toplumlarda, aileler ve aşiretler arasında yaşanan basit kan davaları bile ilkel bulunup mizah konusu yapılırken; Kürt Sorunu örneğinde olduğu gibi büyük toplumsal meselelerin daha çok kan dökülerek, intikam alınarak çözülebileceği gafleti ile beyinlerimiz bombardımana tutulmaktadır. Kanımızı donduran Güngören vahşetinde gördüğümüz gibi, halklarımız arasındaki tüm köprüler havaya uçurulmak, aşılmaz duvarlar örülmek istenmektedir. Bu süreçte, şiddeti toplumsal yaşamımızdan tümüyle dışlayarak koşulsuz şartsız reddetmek ve topyekûn sivil itaatsizliği yükseltmek hepimizin görevi olmak zorundandır. 



Başbakan Erdoğan'ın 'Tecrübe gösteriyor ki, farklılıkları dışlamak, reddetmek, toplumsal barışı zayıflatıyor; kabul etmek, bir zenginlik olarak görmekse toplumsal barışı güçlendiriyor.' ( Hürriyet, 26.07.2008) sözleri kulağa hoş gelse de, ardından 2 Kasım 2008 de Hakkâri'de tekrarladığı geleneksel devlet 'tek'erlemesi sonunda 'Buna karşı çıkabilenin bu ülkede yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin' sözlerini nereye koymak lazım peki? 'Ya sev, ya terk et' söylemine dönüş, milliyetçi renk körlüğünün umarsız bir sonucu değil midir?
Renk körlüğümüzden kurtularak tüm öteleyip susturduğumuz farklılıkları kucakladığımız gün, yetmiş iki rengin gökkuşağı gibi yan yana gelerek halaya durduğu çiçek bahçesine dönecektir Anadolu. O zaman göreceğiz, hiçbir rengin tek başına anlamlı olmadığını, renklerin yan yana gelerek, iç içe geçerek güzelleştiğini... İşte o gün bu topraklarda, aynı göğün altında, Hıdırellez ile Newroz'un, Paskalya ile Ramazan'ın Aşure olduğu görkemli bayramlar kutlanacaktır. Halklar, tüm Anadolu dillerinden barış şarkıları söyleyecektir tek bir ağızdan...


KADRİ GÖNÜLLÜ

Vladimir Lenin



0 yorum



"Kendi kaderini tayin özgürlügü icin savasim vermeyi, hic duraksamaksizin tanimamiz, ulusal kaderi tayin etmeyi amaclayan her istegi kesinlikle destekleme yüklenimi altina girdigimiz anlamina gelmez.
Proleteryanin partisi olarak Sosyal Demokrat Parti, halklarin ya da uluslarin kendi kaderlerini tayin hakkinin yerine, her ulus icindeki proleteryanin kendi kaderini tayin hakkina gecerlilik kazandir
mayi, kesin temel ödevi sayar.
Her zaman hic duraksamaksizin, bütün uluslarin proleteryasinin en yakin isbirligi icin calismaliyiz. Yeni bir sinifli devletin kurulmasina ya da gevsek bir federal birligin vb. yerini alacak devletin tam siyasal birligine yardimi olacak istekleri, ancak belli özel durumlarda öne sürebilir, aktif olarak destekleyebiliriz."

Arto Tuncboyaciyan - Babum Yok ki Dillerde Kemik



0 yorum

Mesai arkadaşlığı!



0 yorum

İNTERESSANT:)



0 yorum


Çocuk: 
- Baba biz nasıl olduk? 
Baba: 
- Maymundan evrimleştik yavrum. (Çocuk ikna olmaz!) 
Çocuk: 
- Anne biz nasıl olduk? 
Anne: 
- Adem ile Havva birlikte oldular... 
Çocuk: 
- Ama babam maymundan geldiğimizi söylüyor!! 
Anne: 
- O babanın sülalesi.. Bizi ilgilendirmez yavrum.

Heinrich Karl Bukowski



0 yorum




Saçımı taradım keşke yüzümü de tarayabilseydim.
Colorado'da üç yıllık yemek ve içki ikmali yapılmış bir mağaraydı istediğim. Kumla silecektim kıçımı. Her şeyi, bu basit, korkakca ve sıkıcı yaşantının içinde boğulmaya yeğlerdim.
Bir keresinde adamın birinden Shakespeare sevmediğimi, yazmaya hakkım olmadığını anlatan uzun ve öfke dolu bir mektup almıştım. Gençler bana kanıp Shakespeare okuma zahmetine bile girmeyeceklerdi. Böyle bir konum almaya hakkım yoktu. Sayfalarca bunu söyleyip durmuştu. Cevaplamadım. Ama burda cevaplayacağım. Siktir git lan. Ben Tolstoy da sevmem.
Gerçek; susuz yenen bir portakaldır.
Biri bana çirkin olduğumu söyledikten sonra; gölgeyi güneşe, karanlığı ışığa yeğler olmuştum.
Kadınımı ödünç al ama arabamı asla.
Zaman unutturmaz,uyuşturur.
Sizi bilmem ama ben her sabah ayakkabılarımı bağlamak için eğildiğimde "Tanrım yine mi?" diye geçiririm içimden 

(Kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçirdi kitabından)
Kadın olsam hayat kadını olurdum.
Kızlar uzaktan iyi görünüyor, güneş elbiselerinde ve saçlarında parlıyordu. Ama yakınlaşıp ağızlarından akan beyinlerini dinleyince silahlanıp yeraltına gizlenmek istiyordum.
Dünyanın en uzun mesafesi 2 cm'dir.(Ayaklarını duvara dayayıp kendini "emme" çabalarında hep 2 cm lik engele takıldıktan sonra sarf ettiği cümle)
Bira içmek için buradayız ve hayatlarımızı öyle yaşamalıyız ki ölüm bizi almaya geldiğinde titresin.
Bir daha birama dokunursan dişlerini ağzına dökerim.
Aşk bir emre dönüştüğünde, nefret hazza dönüşebilir.

Kumar oynamazsan asla kazanamazsın.
Harikulade düşünceler ve harikulade kadınlar kalıcı değildirler.
Bir kaplanı yakalayıp kafese koyabilirsiniz ama onu kırdığınızdan asla emin olamazsınız. İnsanlar daha kolaydır.
Tanrının nerede olduğunu bilmek istiyorsan, ayyaşa sor.
Sığınak çukurlarında melek bulunmaz.
Acı hissetmemek duyguların kesintisi demektir; her çoşku şeytanla pazarlıktır.
Hayat ile Sanat arasındaki fark, sanatın daha katlanabilir olmasıdır.
Yaşayan bir amerikan ayyaşı ölü bir yunan tanrısından daha çok ilgilendirir beni.
Hiçbir şey gerçek kadar sıkıcı olamaz.
Dengeli insan delidir.
Hemen herkes dahi doğar, geri zekalı gömülür.
Cesur insanın hayal gücü kısıtlıdır. Korkaklık kötü beslenmenin bir sonucudur.
Cinsel ilişki; şarkı söylerken ölümün kıçına tekmeye basmaktır.
Egemenlik gerçekten milletin olduğunda hükümetlere gerek kalmayacak; o zamana kadar boku yedik.
Entellektüel; basit bir şeyi karmaşık söyleyebilen kişidir; sanatçı ise zor birşeyi kolay... 
Damlayan musluklar, tutku osurukları ve patlak lastikler - hepsi de ölümden daha hüzün verici...
Dostun kimmiş öğrenmek istiyorsan kodese gir.
Bir metropol gazetesi, kötü haber yazmadan önce kendi nabzını ölçer.
Gömlek kartonlarının sonu.

Hastaneler sizi neden sunmaksızın öldürmeye çalıştıkları yerlerdir. Amerikan hastanelerinde ki soğuk ve ölçülü acımasızlığın nedeni doktorların fazla mesai yapmaları ya da ölümü kanıksamış, sıkılmış olmaları değildir. Asıl neden çoğu zaman başları ile kıçlarını ayırdetmeyi beceremeyen, cahillerin hayranlığa boğulup merhemi elinde bulunduran büyücü olarak gördükleri ve çok az iş yapıp çok fazla para kazanan doktorların kendileridir.
İnsan ruhunun derisi yoktur, şarkı söylemek isteyen iç kıvrımları vardır,duymuyur musunuz? Mırıldanıyor, duymuyor musunuz yoldaşlar? Sıkı bir hatun ve yeni bir Cadillac hiçbir şeyi değiştirmeyecek... Temel Reis yine tek gözlü kalacak ve Nixon yeni başkanımız olacak. İsa çarmıhtan indi, şimdi bizi çivilediler lanet şeye. Seçimimiz seçim değil. Çok hızlı hareket edersek, ölürüz. Yeterince hızlı hareket etmezsek, yine ölürüz. Onların destesiyle oynuyoruz; kıçında iki bin yıllık Hristiyan tıpası varken nasıl sıçacaksın?
Kader tanrıçasının zalim olduğu ve sonunda hepimizin posasını çıkaracağı doğru; ama sıkı, ölümsüz bir kaybedenden daha yıldırıcı hiçbir şey yoktur. İşin sırrı şunda yatıyor; herkes kaybedebilir, kaybetmek yeteneklerin en kolayıdır.
Acı çekmek için ayyaş olmak, bir kadın tarafından sıfırlanmak gerekmiyordu , ama acı çekip ayyaş olunabilirdi. Bir süre, gençlikte özellikle, talihin senden yana olduğunu sanabilirdin, bazen senden yanadır da gerçekten. Ama senin farkında bile olmadığın ve senin aleyhine işleyen birtakım ortalama hesaplar ve kanunlar vardır, her şeyin yolunda gittiğini sandığın zamanlarda bile.Bir gece, sıcak bir salı gecesi o ayyaş sen oluverirsin, sensin o ucuz pansiyon odasında olan, ve daha önce o odalarda olmuş olmanın da bir yararı olmaz, daha da kötüdür hatta, çünkü bir daha bu duruma düşmemeye karar vermişliğin vardır. Bir sigara daha yakmaktan, bir içki daha içmekten, o sıvası dökük duvarlarda bir çift göz, bir çift dudak aramaktan başka bir şey de gelmez elden.

Tabii ki bir insanı sevebilirsiniz, eğer onu yeterince tanımıyorsanız.
Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinek kaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem.Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.
Kendimize işkence etmek için kullanmak isteyeceğimiz bir şey hep bulunur sanırım. Hipodromda başkalarının hislerini paylaşırsın; o ümitsiz karanlığı, pes edip vazgeçmenin kolaylığını. Bahisçilerin dünyası gerçek dünyanın makul ölçülere indirgenmiş şeklidir; hayatın ölümle sürtüşmesi ve kaybetmesidir. Sonuçta kimse kazanmaz. Geciktirmektir tek isteğimiz, o göz kamaştırıcı ışıktan gözlerimizi bir an için kaçırmak. Allah kahretsin, amaçsızlık üzerine düşünürken sigaramın yanık ucu parmağıma çarptı. Bu da beni uyandırıp Sartre havasından çıkardı. Mizah gerek bize, kahkaha gerek. Eskiden daha çok gülerdim, herşeyi daha çok yapardım. Yazmak hariç. Artık yazıyorum, yazıyorum ve yazıyorum.
Karayolunda seyreden arabaların ışıklarını görebiliyorum. Sonu gelmeyen bir ışık akışı. Bu kadar insan. Ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz, ne sirk! Bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için yeterli bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor. 

Bitkin bir halde fabrikadan veya depodan eve dönüşte, yemek, uyumak ve tekrar sefil işe dönmek dışında pek bir işe yaramazdı sanki gece. Fakat o yırtık perdeli aşınmış kilimli, tuvaleti ve küveti koridorun sonunda bulunan, havasında benden önce gelmiş bütün kaybetmişlerin hissedildiği bir eski odada beni bekliyor olurdu daktilo.
Banyoya girdiğinde aynayı değil! Ellerini esgeç.....
İnsan olmak rezil bir şeydi; öyle çok şey vardı ki olup biten.
Ben bir Charles Bukowski modası olduğunun farkında değilim. Yalnız yaşayan biriyim, kalabalıktan hoşlanmam; bu tür tuzaklara düşmeyecek kadar yaşlı, kuşkucu ve çakalım. Bu iki haftada yaptığım üçüncü söyleşi, ama ben buna modadan ziyade matematiksel bir tuhaflık olarak bakıyorum. Umarım hiçbir zaman moda olmam. Moda olmak lanetlenmek demektir. Bende ya da yaptığım işte bir tuhaflık var demektir. Sanıyorum 46 yaşında, 11 yıl boyunca sessizce çalıştıktan sonra böyle bir şeyden endişe etmeme gerek yok. Tanrılar benimledir umarım. Benimle olduklarını düşünüyorum.
Yalnız kalmaktan daha kötü şeyler de vardır hayatta ama genellikle bir ömür alır bunun farkına varmak o zaman da çok geçtir ve çok geçten daha kötü bir şey yoktur hayatta.
Yine akşamdan kalmaydım ve sıcak dayanılır gibi değildi kırk derecelik bir hafta. Her gece içmeye devam ediyor, sabahları taş ve her şeyin olanaksızlığıyla yüzleşmek zorunda kalıyordum. Çocukların kimileri Afrika güneş kaskları ve gözlükleri giyiyorlardı; ama ben, hep aynıydım, yağmur ya da güneş, yırtık pırtık giysiler, çivileri ayaklarıma batan eski ayakkabılar. Mukavva parçaları koyuyordum ayakkabılarımın tabanlarına. Bir süre için iş görüyorlardı, ama çok geçmeden çiviler topuklarıma batmaya başlıyorlardı yine. Viski ve bira, terliyordum koltuk altlarımdan ve sırtımda bir torbayla dolanıyordum çarmıh misali; torbadan dergiler çıkarıyor, binlerce mektup dağıtıyordum güneşin altında kavrulup sendeleyerek.

İlk şiirler şu anda bulunduğum noktadan daha lirikler. Bu şiirleri beğeniyorum ancak "Bukowski'nin ilk şiirleri çok daha iyiydi," iddiasında bulunanlara katılmıyorum. Kimileri bu iddiaları eleştiri yazılarında dile getirdiler, kimileri de dedikodu sohbetlerinde. Şimdi okuyucu kendi kararını ilk elden verebilir. Bugünkü şiirimde konuya daha doğrudan yönelip özüne iniyorum ve sonra da çıkıyorum. Önceki ve bugünkü tarzlarımın birbirinden daha üstün ya da başarısız olduğuna inanmıyorum. Farklılar, hepsi bu.
Öyle ya da böyle, o acayip ve çılgın dönemin, o uzak saatlerin şiirlerinin bir çoğu işte burada. Sigara dumanıyla buğulanmış odada altmışsekiz bir vaziyette şansımızı denedik. Umarım işinize yarar, yaramazsa da, eh o zaman, (...).
Aşk biraz anlam içeren bir yoldur; seks yeterince anlamlıdır.
Sadece sıkıcı insanlar sıkılır.
Mezarlıktayken seksen yaşıma kadar yaşamaya karar verdim. Düşün, seksen yaşındasın ve on sekizlik bir kızla seks yapıyorsun. Ölüm oyununda mızıklamanın en iyi yolu.
Afrikaya ilaç göndermeye karar vermiştik; fakat hepsinin üzerinde tok karınla yazıyordu.
Gittiğinde ağlarsın, şarkılarda, filmlerde, ona-buna, her şeye ağlarsın. Aklın başına gelince de boşa harcadığın zamana ağlarsın.
Aşk, gerçekliğin ilk ışığında yok olacak bir sistir.
Size zamanını ayırmayan birine, asla kendinizi harcatmayın.
Hayat öyle lanet birşey ki; sustuğunda konuşmadın diye pişman eder, konuştuğunda ise susmadığın için kahreder.
En kısa andır mucize.
Para seks gibidir olmayınca önemi artar.
İnsanların hakkımda ne düşündüğünü önemsemeyerek hayatimi on yıl uzattım.
Bende küçük şeylerden mutlu olabilirim ama bu kadar bokun arasında o küçük şeyleri çıkarmaya üşeniyorum.



Charles BUKOWSKİ

Zamanımızın Paradoks’u



0 yorum

Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var.
Daha geniş oto yollarımız,
ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz.
Daha fazla satın alıyoruz,
ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz;
daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.
Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz;
daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var.
Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz;
daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz.
Çok geç saatlere kadar oturuyor,
çok yorgun kalkıyoruz. Çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.
Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık.
Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.
Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik.
Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık.
Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik.
Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.
Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik.
Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.”

George Carlin

SUNAY AKIN'DAN BİR HİKAYE



2 yorum




1957 yılında Amerika'nın güneyine araştırma yapmak üzere üs kuran Nasa'yı birgün küçük bir kızılderili çoçuk farkeder ve koşa koşa epeyce uzakta bulunan kamplarına gidip Büyükbabasına haber verir.

-Büyükbaba, beyaz adamlar gelmiş, aşağıdaki vadide gördüm... Çok kalabalıklar ve birşeyler yapıyorlar.

Yaşlı kızılderili homurdanmaya başlar, belli ki epeyce sinirlenmiştir.

-Onlarla konuştun mu?

-Hayır, beni görmediler. Ben büyük tepenin üzerinden onları izledim.

-O zaman yarın yanlarına git ve orada ne aradıklarını sor.

Küçük kızılderili ertesi sabah yola koyulur. Üsse varır ve beyaz adamlardan birinin yanına gidip;

-Burada ne yapıyorsunuz? diye sorar

Beyaz adamlardan birkaçı küçük kızılderilinin basını okşarlarlar, ona gülümserler ve;

-Hani geceleri gökyüzünde parlayan birşey var ya, biz buradan onu seyrediyoruz.



-Ay'ımı?! peki ama neden?

Adamlar küçük çocuğun sorusunu yine gülümseyerek yanıtlarlar.

-İleride... çok yıllar sonra buradan oraya insanları götürebilmek ve orada yeni bir hayat kurabilmek için... Anladın mı?

Küçük kızılderili şaşkınlığını gizlemeye çalışarak "Anladım" der ve koşa koşa uzaklaşır.

Öyle hızlı koşmuştur ki, kampa geldiğinde konuşamaz haldedir. Hemen büyükbabasının yanına gider ve kendisine söylenenleri bir bir anlatır. Yaşlı kızılderili torununun anlattıklarını dinledikten sonra iyice sinirlenir, bağırıp çağırmaya başlar.
Ertesi sabah yine torununu yanına çağırır, hayvan derisi üzerine kızgın bir çubukla ve kendi lisanınca yazdığı not u torununa uzatarak der ki;

-Bunu al, beyaz adamlara götür ve onlara de ki;
" Bunu büyükbabam gönderdi... Oraya, yani ay a gittiğinizde bunu oradakilere verecekmişsiniz"

Küçük kızılderili kendisine söyleneni aynen yapar. Üs deki beyaz adamlardan birine notu verir, Büyükbabasının söylediklerini de iletir ve yine koşaradım uzaklaşır.



Üs çalışanları, belli bölümleri yakılmış deri parçasına bakıp, bakıp saatlerce gülerler.
Ancak aradan bir kaç gün geçtikten sonra, yaşlı kızılderilinin o notla, sözde ayda yaşayanlara nasıl bir mesaj iletmek istedigini merak etmeye başlarlar. Bu merak günden güne öylesine büyür ki, bir tercüman çağırmaya karar verirler.
Tercüman geldiğinde herkes bir araya toplanır ve merakla beklemeye başlarlar. Bu arada gülüşmeler hala ara ara devam etmektedir.
Tercüman deri parçasını eline alır , okur ve ağlamaya başlar. Herkez şaşkındır, gülüşmeler yerini iyiden iyiye meraka bırakmıştır.
Tercüman yaşlı gözlerini kalabalığa çevirir ve der ki;

-Not aynen şöyle;
"Bu adamlara dikkat edin, elinizden topraklarınızı almaya geliyorlar!"


Navajo Kabilesi = Apaches



0 yorum

Herşey, onu hatırlatayan son kişi kadar yaşar" Benim insanlarım tarihten çok anılara güvenirler. Anılar ateş gibi parıldar ve kalıcıdır. Tarih sadece onu kontrol etmeye çalışanlara hizmet ederken anıların ateşini söndürenler gerçeğin tehlikeli ateşinide söndürürler. Bu insanların çok tehlikeli ve akılsız oldukları unutulmamalı. Bu yanlış tarih, gerçeği hatırlayan ve gerçeği arayan kişilerin kanıyla yazılmıştır.



DARBE-YLE DARBELENME TABLOSU



0 yorum

Unutmadık Unutturmayacağız !



0 yorum




Metin'in kafasında bir darp var
Polis karakolundan morga kadar
Mosmor
Bir darbe var
yüreğimizde beynimizde
Soruyor bir işaret fişeği
Biz ölerek mi yaşamayı
öğreneceğiz hâlâ...

Can Yücel

GÖRMÜYORUM, DUYMUYORUM, KONUŞMUYORUM, GÖTÜ KOLLUYORUM..!



Allahum neydi günahum?



0 yorum

Noel Babanın Hediyeleri



0 yorum
newer post older post