“GİTARIMLA SANA BİR SES VEREBİLSEYDİM EĞER...”
“Eskiden Afrika, Atlantik’ten Hint Okyanusu’na kadar uzanan kocaman bir ormanla kaplıydı. Bu ormanda ağaçlar, gölgeler ve iç içe geçmiş bitkilerle korunan maymunlar yaşıyordu. Sakin sakin dört ayak üzerinde yürüyorlardı; önlem almaya gerek yoktu, nasıl olsa düşmanlar onları göremiyordu. Sonra bir gün dünya yırtıldı. Kuzeyden güneye, Etiyopya’dan Mozambik’e kadar uzanan koca bir çukur açıldı. Az kalsın Afrika ikiye bölünüyordu. Çukurun dibi göllerle doldu. Ağaçları sulayan batı rüzgârı, bu yırtılma yüzünden oluşan dağlara çarpmaya başladı. Su artık dağların öbür tarafına geçemiyordu. Doğu gitgide kuraklaşıyor, orman seyrekleşiyordu. Maymunlar korkuyorlardı; çünkü şimdi hepsi gün gibi ortadaydılar. Aslan, panter gibi pençeli hayvanların keyfine diyecek yoktu. Maymunlar bundan sonra dikkatli olmaları ve düşmanlarını uzaktan gözlemeleri gerektiğini anladılar. Doğruldular, arka ayakları üzerinde dikildiler, savaşmayı, taşı işlemeyi öğrendiler ve yavaş yavaş insana dönüştüler.”
Bu cevabı alınca, yırtılma sırası dünyanın en hüzünlü roman kahramanı olmayı bir türlü beceremeyen Clapton’a gelmiştir elbette. Kurak bir çöle benzeyen yüzünü, yorgunluğuna denk düşen yağmurlar kuşatırken sorar umarsızca: “Yani bizi kuraklık mı yarattı?”
Clapton’un şaşkınlığı, “You are wonderfull tonight” şarkısının kuytularından çıkıp gelmiş gibi gözükmektedir ilk bakışta ama bu bakış “kuşbakışı”dır. Dolayısıyla, bu şaşkınlık, dünyanın yırtılmasından daha vahim sonuçlar doğuracağı neredeyse kesin olan zihinsel yarılmanın ne ilk, ne de son örneğidir. Kendine doğru bir kazıya çıkan Clapton’la, insanlık tarihine doğru bir kazıya çıkan yaşlı arkeolog arasında kuralan diyalog, bu yarılmanın somut ipuçlarıyla dolu gibidir. Ne var ki, ilk gitarın ne zaman ortaya çıktığı sorusuna cevap veren arkeolog değil, gitarıyla çağlar arasında yaptığı yolculuğu bir süreliğine erteleyen Clapton’dur. Çünkü ilk kez Mısır hiyerogliflerinin birinde bir gitara rastlanmıştır. Müzik aletlerini değil ama müziklerini sırtlayıp gezen gezginlerden birinin marifetidir üstelik bu ve yeterince kaygı vericidir nereden bakarsanız bakın.
İNKALAR’IN SOYLU YALNIZLIĞI
Ancak, gitarın tarihini, bir nevi acıların tarihine çevirmek için Peru’ya, uygarlıklarıyla göz yaşartan İnkalar’a kadar uzanmak gerekecektir. Yeryüzüne adsız bir bağış olan bu gözü ve gönlü tok kavim, İspanyol sömürgecilerle tanışana kadar bir durgun su güzelliğini rehber edinmiştir kendisine. İspanyolların kirli tırnakları, imparatorları Atahualpa’nın boynuna kenetlendiğinde bir şey yapamazlar bu nedenle, çünkü yapacak bir şeyleri yoktur, çünkü ne yapılacağını bilmiyorlardır. Ama öğrenirler, diğer İspanyollara benzemeyen bir İspanyol olan Jose Fernandez’den öğrenirler ve bir daha da unutmazlar, ta ki yeryüzü kendilerini unutana kadar!
Bununla beraber, bir başka felâketle yüzyüze gelebilmek için bu kez Barselona yollarına düşmek gerekecektir. Çünkü, “insanları öldürmekle yetinmeyen salgın hastalık, bu sefer de bir Katalan özelliğine saldırmıştı; yaşama sevincine. Her gece masalarında, altının ve sadık kadınların daha bol bulunduğu bir dünyanın yaratıldığı tavernalar boşalmıştı (...) Salgın; limanların değişik, baştan çıkarıcı, Provence fesleğeninden doğunun baharatlarına, hayvanların misk kokularından gelecek okuyan Çingenelerin parfümlerine kadar tüm kokuları kovalamıştı; ölüm kokusundan korunmak için insanlar burunlarına mendil tutarak geziniyorlardı.”
Veba salgınından fırsat buldukça gitarının yanına sığınan Doktor Amat, sabırsızlıkla sıranın kendisine gelmesini bekleyen genç ve güzel kıza, belki de dünyanın en erotik gitar tasvirini yapar: “Bacakların üst tarafları incecik, külot bölgesi yumuşacık, sarışınca, kollarına aldığında yusyuvarlak ve hoş kokulu (...) Aynı zamanda çok kibar, hem de alçakgönüllü, hiçbir zaman başrolde olmaya meraklı değil, gölgede kalıp eşlik etmeyi yeğler. O, dünyayı kasıp kavuran kibir hastalığını tanımaz.”
Bu sözleri duyan genç kızın, kıskançlıktan köpürerek kapıyı vurup çıkması yadırgatıcı değildir elbette ama Barselona’nın kurtarıcısı ve ilk gitar metodunun yazarı Doktor Joan Carlos Amat’ın sözlerinin gerçek anlamını kavrayabilmek için, Clapton’u çölün ortasında bırakıp birkaç yüzyıl ileriye gitmek gerekecektir. Yani 1969 yılının Woodstock’ına...
“MÜZİK SEFALETİN KIZIYDI”
“Kahrolası müzik! Kendiliğinden gelmemişti. Onu nota nota, akor akor fethetmek gerekmişti. Müziğin sefaletten doğduğuna inanası geliyordu insanın. Sefalet, insanın teninden, gözlerinin içine giriyordu. Beynini kuşatıyordu. Ve orada, saçların, kemiklerin altında, gizem, dönüşüm vardı. Parmaklar gitarın sapı üzerinde dolaşıyordu. Sefalet müziğe dönüşüyordu. Sefalet, ten, baş, parmaklar, gitar, müzik: Jimi, böylesine kötü başlayıp sonunda bu derece mutluluk veren bu lanetli ve büyülü yolu yüzlerce kez katetti. Müzik sefaletin kızıydı. Müzik sefaletin şarkısıydı.”
Tahmin ettiğiniz gibi, Jimi, bizim Jimi, Hendrix yani: “Jimi yalnızdı. Yirmi yedi yaşındaydı ve yaşayacak daha on üç ayı vardı (...) Gitarın rengârenk giysili, hüzünlü, kızıl ve kara yüzlü Don Kişot’u, on üç ay sonra Londra’da” ölecektir ölmesine ama geride bıraktıkları, hemen herkesin ayaklarına ve zihnine dolanmaya devam edecektir uzunca bir süre.
Tıpkı bugün olduğu gibi...
Erik Orsenna
SON DÖNEMDE OKUDUKLARIM / HEPSİ TAVSİYE
4 gün önce
0 yorum:
Yorum Gönder